Wittgenstein: dil, hakikatın resmi değil, kurucusudur




Wittgenstein’da “dil oyunları” ve “hayat formları”


Felsefi Soruşturmalar, Wittgenstein’ın kendi deyişiyle ortaya iyi konulmamış bir kitaptır. Ortaya iyi konulmamış olmasının sebebinin içeriğinin kötü olmasıyla ilgisi yoktur. Sadece bu içeriğin tek yönlü bir argümantasyonu takip etmemesidir bunun nedeni. On altı yıl boyunca  düşüncelerini bu kitapta değiniler (remark) olarak ve kimi zaman aynı konuya ilişkin uzun zincirler oluşturan, kimi zamansa aniden bir alandan diğerine sıçrayan kısa paragraflar olarak yazmıştır. Bu kısa paragrafları, tek yönlü bir argümantasyon çizgisine taşımakta başarısız olmasının sebebi, kendi deyişiyle, soruşturmanın doğası gereğidir çünkü bu doğa bizi bir düşünce alanını, çaprazlayan yollar oluşturacak şekilde her yöne doğru boydan boya geçmeye zorlar. Genellikle, tek yönlü argümantasyon çizgisinin izlendiği kitaplarda düşünce bir bakıma sınırlanır ve hedefe odaklanılır. Wittgenstein için asıl önemli olan ise düşüncelerin bir konuda diğerine doğal ve kesintisiz şekilde akmasıdır. Yazdığı kısa paragrafları ve değinileri resim taslaklarına, bu kitabı da bir albüme benzetiyor. Bu benzetmenin ne kadar tutarlı bir benzetme olduğu, kitaptaki dil hakkındaki teorileriyle karşılaştıktan sonra bize daha açık hale gelecektir.

İlk paragraf Augustinus’un İtiraflar kitabından bir pasajla başlar: “ Büyüklerim bir nesnenin adını anarak ona doğru yöneldiklerinde, bu nesnenin –işaret etmek istedikleri o olduğu için- çıkardıkları seslerle işaret edildiklerini (signify) kavradım. ... Böylece, çeşitli cümleler içerisinde belirli yerlerindeki söylenişlerini tekrar tekrar işittiğim sözcüklerin hangi nesneleri işaret ettiklerini anlamayı yavaş yavaş öğrendim. Ve ağzım bu işaretlere alıştıktan sonra da, isteklerimi bunlar aracılığıyla ifade etmeye başladım.” [1]  Wittgenstein, bu tasvirin insan dilinin özünün belirli bir resmini sunduğunu söyler. Bu tasvire göre dildeki sözcükler nesneleri adlandırır, cümlelerse isimlerin kombinasyonlarıdır. Dilin bu şekildeki tasvir edilişindeki ana fikir şudur: İkinci paragrafta Wittgenstein, Augustinus’un betimlemesine uygun bir dil yaratır. Bu dille inşaat ustası ve kalfası anlaşabilmektedir. Usta yapı taşları (küpler, sütunlar, plakalar, kirişler) kullanarak bir bina yapmaktadır. Kalfanın görevi, taşları ustanın ihtiyaç duyduğu sırayla vermektir. Bu sebeple “küp”, “sütun”, “plaka”, “kiriş” sözcüklerinden oluşan bir dilden yararlanırlar. Usta bunları yüksek sesle söyler, kalfa bu seslenişi duyduğunda getirmesi gerektiğini öğrenmiş olduğu taş hangisiyse onu getirir. Usta ve kalfa arasındaki dilin bir kabilenin bütününün dili olduğunu düşünelim.  Bu kabiledeki bir çocuğun dili öğrenmesi, öğreticinin nesnelere işaret etmesi, çocuğun dikkatini bunlara çekmesi ve bu sırada bir sözcük telaffuz etmesinden oluşacaktır. Örneğin plaka biçimli bir taşı gösterirken “plaka” sözcüğünün telaffuz edilmesi gibi. Wittgenstein, eğitimin önemli bir bölümünün bu yöntemle gerçekleştiğini söyler ve buna “sözcüklerin işaret-ederek öğretimi (ostensive teaching of words)” adını verir.[2] Usta-kalfa  örneğinde usta sözcükleri söyler, kalfa buna göre eylemde bulunur. Dil eğitiminde ise öğretmen nesneye işaret ettiğinde  öğrenci, öğretmenin söylediği sözcüğü tekrarlar, dolayısıyla öğrenci nesneleri adlandırır. Usta-kalfa örneğinde sözcüklerin kullanım süreci, bir çocuğun anadilini öğrenmesini sağlayan oyunlara benzerdir. Wittgenstein, bu oyunlara “dil-oyunları” diyecektir. Taşların adlandırılması, söylenen sözcüklerin tekrarlanması süreçleri de birer dil oyunudur. Aynı zamanda dil ve dil ile örülü olan etkinliklerin bütününe de “dil oyunu” diyeceğini aktarır.[3]

Tasvir edilen bu dilin sözcüklerinin neye işaret ettiklerini yalnızca bu sözcüklerin kullanım türü gösterebilir. Örneğin, “Bu sözcük (“levha”) bunu (işaret edilen levhayı) imler.”. Wittgenstein sözcüklerin işlevlerinin çeşitliliğini bir alet kutusundaki çekiç, kerpeten, testere vb. nesnelerin işlevlerinin çeşitliliğine benzetir. Bu nesnelerin işlevleri ne denli çeşitliyse, sözcüklerin işlevleri de o denli çeşitlidir. Dolayısıyla, sözcüklerin anlamını onların kullanımı ve işlevi belirler. Wittgenstein bu noktada “işaret etmek”  sözcüğünün doğrudan kullanımının, ismin işaret edilen nesnede iz bıraktığı durumda görüldüğünden bahseder. Örneğin, ustanın inşaatta kullandığı aletler belli izler (mark) taşımaktadır. Usta kalfasına bu izlerden birini gösterdiğinde, kalfa bu izin üzerinde bulunduğu aleti getirir. Bir adın bir şeye işaret etmesi ya da bir şeye verilmesi aşağı yukarı benzer bir tarzda olur. Kendi deyişiyle, bir şeyi adlandırmak, o şeyin üzerine ad yazılı bir etiket yapıştırmaya benzerdir.[4]
Usta-kalfa örneğindeki dilin sadece emirlerden oluşmasının bizi rahatsız etmemesi gerektiğini söylüyor çünkü yalnızca savaşlardaki emir ve raporlardan oluşan bir dil ya da yalnızca sorulardan ve evet-hayır ifadelerinden oluşan bir dil pekala hayal edebiliriz. Ona göre bir dil tasavvur etmek, bir “yaşam biçimi” tasavvur etmektir.[5] Bu aşamada usta-kalfa örneğinde anlatılan dili analiz etmeye başlayacak ve bunu günlük dilimizdeki anlayışla karşılaştıracak. “Plaka!” seslenişi (call) bir cümle midir yoksa bir sözcük müdür? Eğer bir sözcükse günlük dilimizdeki eş sesli sözcükle aynı karşılığa sahip değildir çünkü bir sesleniştir. Eğer bir cümle ise bizim dilimizdeki “Plaka!” eksiltili cümlesi de değildir çünkü eksiltili cümle derken, “Bana bir plaka getir!” cümlesinin kısaltılmış halini düşünürüz. Halbuki usta-kalfanın sahip olduğu dilde böyle bir cümle kurmak mümkün değildir. Aslında “Bana bir plaka getir!” cümlesine “Plaka!” cümlesinin uzaltılmışı olarak bakmak da mümkündür. “Plaka!” cümlesi, telaffuzumuz sırasında kastettiğimiz bir şer şeyi dışarıda bıraktığı için değil –gramerimizin belirli bir modeli ile karşılaştırıldığında- kısaltılmış olduğu için ‘eksiltili’dir. Bu iki cümle iki farklı dil oyununa ait olsalar da kullanımları aynı olduğu için aynı anlama gelir. [6] Wittgenstein şu örneği verir: Rusça’da “taş kırmızıdır” yerine “ taş kırmızı” denir, koşacın eksik olması bu iki cümlenin aynı anlama gelmesini engellemez.

23. paragrafta Wittgenstein’a göre sayısız cümle türü vardır ve hepsinin sayısız çeşitte kullanım türleri vardır. Dikkatimizi çekmek istediği nokta tam olarak burasıdır: cümle türlerinin sayısız kullanım çeşitliliği sabit, baştan bir kereliğine verilmiş bir şey değildir; tersine, yeni dil tipleri, yeni dil oyunları diyebileceğimiz şeyler ortaya çıkarken diğerleri eskir ve unutulur. 18. Paragrafta dilin eski bir şehir olarak tasvir edilmesi, dilin sürekli değişerek evrim geçirdiğini anlatan güzel bir tasvirdir: “Dar geçitler ve alanlardan, eski ve yeni evlerden, farklı dönemlerden eklentiler taşıyan evlerden oluşan bir labirent; çevresinde de düz ve düzenli caddeleri ve tek tip evleriyle pek çok yeni banliyö.”[7] “Dil oyunu” deyimini aslında dilin konuşulmasının (speaking of language) bir etkinliğin ya da bir yaşam biçiminin parçası olduğunu göstermek için kullandığını belirtir.[8] Örnek olarak verdiği birçok dil oyunundan bazıları: emretmek ve emir uyarınca eylemde bulunmak, bir olay hakkında tahminler üretmek, bir hipotez ortaya atmak ve bunu sınamak, bir öykü uydurmak ve bunu okumak, tiyatro oynamak, şaka yapmak, dua etmek... Bu paragrafın sonunda Tractatus Logico-Philosophicus kitabını yazdığı dönemdeki düşüncelerine ve mantıkçıların dil yapısı üzerine düşündüklerine atıf yapıyor. Mantıkçılar, dilin aletlerinin ve bunların kullanım tarzlarının çeşitliliğini göz ardı ederler. Yukarıda bahsedilen dille ilgili etkinliklerin çoğu incelemelerinin dışındadır.

Wittgenstein’a göre dilin öğrenilmesi, nesneleri adlandırmaktan ibaret değildir. Adlandırmak ya da bir şeye etiket yapıştırmak, sözcüğü kullanmaya hazırlıktır sadece.[9] Bir sözcüğün dilde nasıl bir rol oynayacağı hali hazırda açıksa, işaret-ederek-tanımlama sözcüğün kullanımını (anlamını) açıklar. “Buna ‘mavi’ denir.” şeklindeki işaret-ederek-tanımlamayı eğer karşımdaki kişinin bana bir renk sözcüğünü açıklamak istediğini biliyorsam anlayabilirim. Kısacası, bir şeye ne ad verilmiş olduğunu sorabilmek için zaten bir şeyler biliyor ya da yapabiliyor olmak gerekir.[10] 31. paragrafta bu durumu açıklamak için bize bir örnek verir. Hiç satranç bilmeyen birine bir taş göstererek “Bu şahtır.” ya da “Buna ‘şah’ denir.” açıklamasının anlamlı olabilmesi için satranç bilmeyen kişinin bir taşın ne olduğunu biliyor olması gerekir. Yani önceden başka oyunlar oynamışsa ya da başkalarının oynayışlarını anlayarak izlemişse “Buna –yani bu taşa- ne denir?” sorusunu anlamlı bir şekilde sorabilir.

37. paragraftan sonra ad ile adlandırılan ilişkisini incelemeye başlar. Ona göre “ad” sözcüğü, bir sözcüğün birbiriyle çok çeşitli biçimlerde akraba kullanım türlerini niteler. Adlandırma ise karanlık bir süreç olarak kavranır. Bir sözcüğün bir nesneyle garip (strange) bağlantısına adlandırma deriz. Bu garip bağlantı, filozofun gözlerini önündeki nesneye dikip bir adı ya da “bu” sözcüğünü sayısız kereler tekrarlaması durumunda gerçek bir bağlantıya dönüşür. Burada adlandırma, neredeyse nesnenin vaftizidir. Ancak bu bir yanılsamadır ve Wittgenstein, felsefi sorunların dil tatile çıktığında boy gösterdiğini söyler. [11]

46. paragrafta adların basit şeylere işaret ettiği düşüncesinin esasını Theaitetos kitabında bulur: “ Bizim ve diğer her şeyin birleşmelerinden oluştuğumuz ilk-öğeler açıklanamaz; çünkü kendinde ve kendi için olan her şey yalnızca adlarla işaret edilebilir... Ama böylelikle herhangi bir ilk-öğeden açıklayıcı tarzda söz etmek olanaksızlaşır; çünkü bu öğe için salt adlandırmadan başka hiçbir şey yoktur; yalnızca adı vardır işte...”[12] Wittgenstein usta-kalfa örneğindeki yöntemi Theaitetos’taki basit-birleşik ikiliğiyle sentezleyerek yeni bir dil oyunu yaratır: “Bu dil, bir düzlem üzerindeki renkli karelerin birleşimlerini sergilemeye yarıyor olsun. Kareler de satranç tahtasına benzer bir karmaşık oluşturan ve kırmızı, yeşil, beyaz, siyah renkte olsun. Dilin sözcükleri (renklere denk düşecek şekilde) “K”, “Y”, “B”, “S” ve cümle de bu sözcüklerin bir dizisi olsun. Bunlar karelerin şu sırayla bir araya gelişini betimlesin:
O halde “KKSYYYKBB” cümlesi şu tür bir birleşimi betimler:
Burada cümle, kendisine bir öğeler karmaşığının denk düştüğü bir adlar karmaşığıdır. İlk öğeler de renkli karelerdir.”[13] (48. paragraf örneği)

Burada “K” ya da “S” işareti kimi zaman sözcük kimi zaman cümle olabilir. Örneğin usta, kalfaya renkli kareler karmaşıklarını tasvir etmek durumundaysa ve burada “K” sözcüğü tek başına kullanılırsa, bu sözcüğün bir tasvir – bir cümle olduğunu söyleyebiliriz. Ama kalfa sözcükleri ve anlamlarını ezberliyorsa ya da bu sözcükleri işaret-ederek-öğretim sırasında telaffuz ediyorsa, bunlar cümle değildir çünkü “K” sözcüğü ile bu noktada bir öğe adlandırılır. Wittgenstein’a göre adlandırma, tasvir etmeye bir hazırlıktır. Adlandırma, tıpkı satrançta taşları dizmenin hamle olmaması gibi, dil oyununda bir hamle değildir henüz. Bir şeyi adlandırmakla henüz hiçbir şey yapılmamıştır ve ona göre Frege’nin bir sözcüğün yalnızca cümle bağlamı içinde bir anlamı olduğunu söylemesi tam olarak budur.[14]

Wittgenstein yukarıdaki dil oyununun içinden hata ve kural hakkında tespitlerde bulunur. Örneğin, birisi siyah bir kare gördüğünde buna “K” derse, ona hata (mistake) yaptığını söyleriz. Hatanın olabilmesi için kuralların olması ya da varsayılması gerekir. Peki bu kurallar nasıl öğrenilir? Wittgenstein’a göre, kurallar öğrenciye sözlü olarak iletilir ve uygulanışı alıştırmalarla öğretilir ya da kurala ne derste ne de oyunun kendisinde başvurulur; ne de bir kural rehberinde kaydına rastlanır. Bu durumda oyun, başkalarının nasıl oynadığı seyredilerek öğrenilir ve oyunun bazı kurallara göre oynandığını varsayarız. Peki bir oyunun kuralını bilmeyen bir izleyici oyunun doğru ve hatalı oynanışını birbirinden nasıl ayırt edebilir? Wittgenstein’a göre, oyuncuların davranışlarında bunu belli edecek belirtiler bulunur.[15]

64. paragrafa geldiğimizde yukarıdaki renklerin sözcükleri temsil ettiği dil oyununu değiştirerek yeni bir dil oyunu yaratır. Artık adlar tek renkli kareler yerine, iki kareden oluşan dikdörtgenlere işaret edecektir. Örneğin yarı kırmızı yarı yeşil bir dikdörtgene “U”; yarı yeşil yarı beyaz bir dikdörtgene “V” denecektir. Wittgenstein’a göre yeni yarattığımız dildeki “U” adı, (48)’deki “K” ve “Y” ile çözümlenemez çünkü bu iki dil her ne kadar akraba olsalar da birbirlerinden başka dil oyunlarıdır. Peki birbirlerine akraba olsalar da birbirinden ayırt ettiğimiz bu dillere neden dil diyoruz, bunlarda ortak olan nedir? Ona göre dil dediklerimizin hepsinde tek bir ortak yan bulunmaz. Aksine bunlar birbirleriyle çok çeşitli şekillerde akrabadırlar (affinity).[16] Örneğin “oyun” dediğimiz süreçlerin hepsinde tek bir ortak yan görmesek de benzerlikler ve akrabalıklar görürüz. Sonuç olarak, ortaya çıkan şey birbirleriyle kesişen ve üst üste binen karmaşık bir benzerlikler ağıdır.

Peki oyun kavramı nasıl sınırlanmıştır? Neler oyun sayılır, neler oyun sayılmaz? Sınırları söyleyebilir misin? Hayır çünkü çekilmiş bir sınır yoktur henüz ancak yine de sınır çizilebilir (draw). Wittgenstein’a göre birine oyunun ne olduğunu açıklamanın yolu ona oyunlar betimlemektir. “Buna ve benzerlerine ‘oyun’ denir.”[17] Oyunun ne olduğu örneklerle açıklanır ve bunların belli bir anlamda anlaşılması istenir. Oyunun anlaşılmasının koşulu, öğrenen kişinin bu örnekleri belirli bir tarzda kullanabilmesidir (employ)[18]. Örnekleme burada daha iyisi bulunamadığı için kullanılan dolaylı bir açıklama aracı değildir. Dil oyununu böyle oynarız işte.

Wittgenstein 83. paragrafa bir dil oyunu ile kuralları arasındaki ilişkiyi göstermek için bize bir örnek sunar. Bu örnekte, kırda bir grup insan eğlenmek için bir topla var olan çeşitli oyunları oynamaya başladıklarında, bazılarının sonuna kadar götürmeyip arada topu öylesine havaya attıkları ya da birbirlerini kovalayıp birbirlerine attıklarını düşünebiliriz. Söylemek istediği şudur: oyun oynuyoruz ve kuralları süreç içinde koyuyoruz.[19]

97. paragrafta eski düşünceleri alıntılar: “Düşünme bir hâle ile çevrilidir- Özü, mantık, bir düzen temsil eder, dünyanın a priori düzenini, yani dünya ve düşünmede ortak olması gereken olanakların düzenini. Ama bu düzen, göründüğü kadarıyla son derece basit olmalıdır. Bütün deneyimlerden önce gelir: tüm deneyim boyunca sürüp gitmeli; üzerine deneyimsel bir bulanıklık ya da güvenilmezlik yapışmamalıdır.--- İyisi mi, en saf kristalden olmalıdır. Ama bu kristal bir soyutlama olarak değil, somut bir şey, hatta en somut, en sert şey olarak görünür.” [20] Mantık ile dünyanın ya da olgunun birebir örtüşmesi olanağı, mantığa en saf kristal benzetmesi yapılması ve dünyada aklın keşfedebileceği gizli bir desenin olduğu varsayımı, aslında ön yargılardan ibarettir. Ona göre, felsefe yaparken sıklıkla kullanılan “dil”, “deneyim”, “dünya” sözcüklerinin bir üst-kavramlarımız (super-concepts) gibi ele alınması hatalıdır. Bu sözcüklerin kullanımları, “masa”, “lamba”, “kapı” sözcüklerinin kullanımlarını aşan bir üst-düzende (super-order) yer almaz. Wittgenstein eski düşüncelerini bu şekilde eleştirerek mantığın ve dilin, uzamın ve zamanın dışında bir şeymiş gibi idealleştirilmesine karşı çıkar.[21] Dil, uzamsal ve zamansal bir fenomendir. Nasıl ki satranç taşlarından bahsederken fiziksel özelliklerini betimleyip her birine ilişkin oyun kuralları belirliyorsak dil için de aynısını yapıyoruz. Kısacası, “Sözcük aslında nedir?” sorusu “Satranç taşı nedir?” sorusuyla benzeşir.

109. paragraf itibariyle Wittgenstein ortaya koymak istediği yöntemden bahseder. İncelemelerinde varsayımsal bir şey bulunmamalıdır. Açıklama (explanation) tümden atılmalı, yerine betimleme (description) geçmelidir. Bu betimleme de amacını felsefi sorunlardan alır. Bu sorunlar dilimizin işleyişinin incelenmesi ile çözülebilir. Filozofların “bilgi”, “varlık”, “ben”, “cümle” vb. sözcükleri kullandıklarında şeyin özünü (essence) kavramaya çalıştıklarında kendimize şu soruyu sormamızı söyler: Bu sözcüğün, anayurdu olan dilde gerçekten böyle kullanıldığı olur mu hiç? İşte asıl yapmak istediği de budur: sözcükleri metafiziksel kullanımlarından gündelik kullanımlarına geri getirmek.[22] Ona göre, felsefe dilin gerçek kullanımına hiçbir şekilde el sürmemelidir çünkü onu temellendiremez, sadece kullanımını betimleyebilir.[23] Ayrıca burada kullandığı dil-oyunlarını, dili gelecekte bir kural altına almak için bir ön çalışma gibi görülmemesi gerektiğini söyler. Dil-oyunları, benzerlik ve benzemezlik yoluyla, dilimizin koşullarına ışık tutmak üzere karşılaştırma nesneleri (objects of comparison) olarak vardır.[24] Bu oyunlar, bir karşılaştırma nesnesi- adeta bir cetvel gibi ortaya konmuşlardır. Gerçekliğe denk düşmesi gereken bir ön yargı olarak değil.

199. paragraf itibariyle “kural” ve “kurala uymak” kavramlarına geri döner. Ona göre kurala uymak, emir vermek, bir parti satranç oynamak adetlerdir (customs). “Bir cümleyi anlamak, bir dili anlamak demektir. Bir dili anlamak da bir tekniğe hakim olmak.”[25] Wittgenstein’a göre kurala uymak emre uymakla benzeşir. Bunun için yetiştirilir ve belirli bir şekilde tepki veririz. Peki bir emre iki farklı şekilde tepki veren iki insandan hangisi haklıdır? Burada bize yine bir örnek sunar: bir araştırmacının dilini hiç bilmediği bir ülkeye gittiğini düşünelim. Burada yaşayan insanların emirler verdiklerini, bunları yerine getirdiklerini veya bunlara karşı çıktıklarını hangi koşullar altında söyleyebilir? Araştırmacı, bunu ancak ortak insani eylem şekline göre yorumlayabilir.[26] Bilinmeyen bir dilin yorumlanabilmesinin tek yolu, o dil-oyununu kullanarak eylemde bulunan topluluğun davranışlarını incelemektir.

Sonuç olarak Wittgenstein, kitap boyunca eski düşünceleri de dahil olmak üzere felsefe tarihinde hakim olan birçok görüşe karşı çıkmıştır. Belirli bir sözcüğün ya da belirli bir cümlenin, belirli bir anlam ile eşleşmesi ona göre mümkün değildir. çünkü anlam önceden verilmiş bir şey değildir. Bir sözcük, dildeki kullanımı üzerinden anlam kazanabilir, zaman içinde de kullanımı değiştikçe anlamı da değişecektir. Değişen sadece sözcüklerin ya da cümlelerin anlamları değildir. Dilin kendisi de zamansal ve uzamsaldır, evrim geçirir. Wittgenstein, dilin ya da düşüncenin idealleştirilerek dünyanın deseninde a priori olarak gizlenen bir şeymiş gibi ele alınmasına karşı çıkar. Ortaya çıkarılacak gizli bir şey yoktur çünkü dilin kuralları baştan verilmiş değildir. Dil ilintili olduğu insan etkinlikleriyle birlikte evrim geçirmektedir. Bu yüzden dilin incelenmesi, dilin gramerinin ya da dilin mantıksal incelenmesinden ibaret olamaz. Bu sebeple de dilin incelenmesinin, doğa bilimlerinde kullanılan açıklama yöntemiyle mümkün olamayacağını söyler. Dil-oyunun kuralları, bu oyunu oynadıkça süreç içinde ortaya konulur. Bu kuralların incelenmesi de ancak betimleme ve o dili konuşan insanların davranışlarını incelemekle mümkündür. Kısacası, öz-görünüş ikiliğinin dilde yansıması olan sözcük ve onun anlamı ikiliğini ortadan kaldırmak istemiştir. Anlam ezeli bir şekilde sözcüğe gömülü bir şey değildir. Bir sözcüğün anlamı, onu kullanan insanlara, kullanılan tüm şartlara bağlıdır. Bu şartlar içinde özünde hiçbir anlam taşımayan sözcük anlam kazanabilir.




[1] Augustinus, İtiraflar, 1/8
[2] Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar,çev. Haluk Barışcan, Metis, 2017, s. 25
[3] Ibid. 26
[4]Ibid.  28
[5]Ibid.  29
[6] Ibid. 30
[7] Ibid. 29
[8] Ibid. 32
[9] Ibid. 33
[10] Ibid. 35
[11] Ibid. 39
[12] Theaitetos 201e-202b
[13] Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar,çev. Haluk Barışcan, Metis, 2017, s. 43
[14]Ibid. 44
[15] Ibid. 47
[16] Ibid. 51
[17] Ibid. 53
[18] Ibid. 54
[19] Ibid. 59
[20] Tractatus Logico-Philosophicus 5.5563
[21] Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar,çev. Haluk Barışcan, Metis, 2017, s. 67
[22] Ibid. 68
[23] Ibid. 69
[24] Ibid. 70
[25] Ibid. 99
[26] Ibid. 101

Yorumlar