bilmek ve inanmak
Bilmek ve İnanmak
Bu iki fiil arasında yapılan
herhangi bir ayrımın var olabilmesi için ayrımın da tanımı olması gerekiyor. Bu
zamana kadar yapılan ayrımın tanımı “açık ve seçik olarak”, “emin olarak” vb.
birçok öğe ile desteklenilmeye çalışıldı. Ancak bilmenin ve inanmanın ne
olduğuna henüz vakıf değilken biz, bir de başımıza yine anlamını bilmediğimiz
tonda kelime ve tanım öbekleri çıkıyor. Bu tanımlar işi karmaşıklaştırmakta ve
aynı zamanda bilmek ve inanmak arasındaki ayrımı iyi çizememekte. Çünkü inanmak
öyle kuvvetli bir fiil ki önünde sonunda yapılan tanımlar ve ayrımlar
bilinmiyor, ancak onlara inanılıyor. Kısacası elimizde esas olan inanmak var.
Bilgi düzeyinde hiyearşik olarak çoğu zaman inanmanın üstünde yer alan bilmek
fiili aslında hayalimizin bir mahsulü. Sürekli değişen ve bize göre karmaşa
içinde olan doğada güvende hissedebilmek için durağana, standarta, kesinliğe ve
yanılgıdan arındırılmış bilgiye ihtiyacımız vardı. Doğayı metafizik olarak
bölebilmek için inanmanın yanına bilmeyi koyduk. Böldükçe böldük, değerler,
erdemler, milyarlarca kategoriler ve ideolojiler yarattık.
Düşünmek ile
bilmek birbirleriyle yakın kategorilerde yer alırken, inanmak genelde bu iki
fiilin karşısına konur. Descartes, bütün sorgulamalarından ve şüphelerinden
sonra “Düşünüyorum, öyleyse varım.” dedi. İlk olarak bana göre başladığı yere
geri döndü. Kurduğu bu cümleye baştan zaten inanıyordu ve oraya vardı.
Senaryosunu önceden yazdı ve oyununu oynadı. Düşündüğü kötü cin asla kadir-i
mutlak değildi ama öyleymiş gibi yansıttı. En son bulduğu motto ise bir
inançtan başka bir şey değildi. Bunun aslı “İnanıyorum, öyleyse varım”
olmalıydı. Düşünce, bir nehir gibidir. Durduğu an düşünce olmaktan çıkar, ancak
inanca dönüşür. Yaptığımız şey aslında şundan ibarettir: ilk inanç – düşünme eylemi
– son inanç. Hep bu döngüde sürer yapılan iş. Bilgi felsefesi, aslında en büyük
inanç felsefesidir. Bilginin varlığı ya da bilmeyi inanmaktan ayırmak için
yapılan her zihni ayrım, kendini tatminden başka bir şey değildir. İnanmak her
zaman içinde şüpheyi taşımalıdır. Bilmek gibi kesin olduğu iddiasında
olmamalıdır. Bu anlayışta, dinlere olan inanç, benim algıladığım inanmaktan çok
bilmeye daha yakın duruyor. İnanmanın içindeki şüphe insanı düşünmeye sevk
eder. İnanmak – düşünme döngüsünü teşvik eder. Bu şüphe, keskin olarak eski
inancın yanlış, yeni inancın doğru olduğuyla alakalı değildir. Her insanın
inandığı genel bir hikaye vardır. Her insan bir hikayedir. Bu hikaye, insan
yaşadığı süre içerisinde değişir durur. Hikayenin içindeyse çok sayıda farklı
inanç vardır. İşte bu inanç değişimleri, insanın sahip olduğu inançtaki şüphe
sayesinde olur. İnsan, inanç değişimlerini düşünme filtresinden geçirerek, o an
öyle istediği için yapar.
Doğru ve Yanlış – İyi
ve Kötü
Yanılgının
farkına varabilmek için doğrunun ve yanılgının dışından bir yerden bakmak
gerekir. Bir ifadeye doğru ya da yanlış diyebilmek için bu ikili sistemin
dışında yer almak gerekir. Bu ikili sistemin dışında yer alınabiliyorsa,
sistemin içine girip doğru ve yanlış kavgası yapmanın nasıl bir mantığı vardır?
Madem aşkınsak, içeri girip kavgaya neden karışıyoruz? Aynı aşkınlığa iyi ve kötü ayrımında da
sahibiz. Peki neden taraf tutuyoruz? İyi ve kötü çok çabuk birbirine
dönüşebiliyorken, doğru bir anda yanlış olabiliyorken neden taraf tutup
kendimizi lanetliyoruz? İyilik adına yapılan birçok eylem kötülük yaratmadı mı?
Bu ayrımların kendileri metafizik cinayetlerin sebebidir.
Yorumlar
Yorum Gönder